Toplumların en kritik kırılma noktalarından biri, yönetenlerin makamlarını korumak adına verdikleri tavizlerle başlar. Bu taviz, ilk bakışta “küçük” gibi görünür; fakat tarih bize öğretir ki devletler küçük yanlışlardan değil, o yanlışlara sessiz kalanlardan çöker. Bugün kamu yönetiminde yaşadığımız sorunların büyük bölümü de işte bu sessizliğin ve taviz alışkanlığının mirasıdır.
İslam siyaset geleneği, yönetimi bir “emanet” olarak görür. Kur’an’ın açık hükmü bellidir: Emanet ehline verilecek, adalet gözetilecek, kararlar istişareyle alınacaktır. Bu ilkeler sadece ahlaki nasihatler değil; devletin ayakta kalma şartlarıdır. Ne var ki makam hırsı, kimi yöneticilerin bu ilkeleri unutmasına yol açıyor. Makamı muhafaza etmek için eğilip bükülen ilkelerdir sonunda toplumu büküp kıran.
Bu durum yeni değil. Nizâmülmülk, bin yıl önce Siyasetnâme’de yöneticileri dalkavuklardan, kayırmadan, ehliyetsiz görevlendirmelerden sakındırıyordu. Ona göre bir devlet adamı küçük bir yanlışa göz yumarsa, o yanlış zamanla bütün memleketi sarar. Göz yumulan her haksızlık, içeri sızan bir çatlaktır. Devletler o çatlaklardan dağılır.
Nizâmülmülk’ün en sert uyarılarından biri şudur: “Hükümdarın en büyük düşmanı dalkavuklardır.” Bugün bu cümlenin ne kadar tanıdık geldiğini görmek acı veriyor. Gerçekleri değil, yöneticinin hoşuna gidecek sözleri söyleyenler; doğruluğu değil sadakati önceleyenler; eleştiriyi değil alkışı çoğaltanlar… Makamı koruma adına çevresini sessizliğe mahkum eden her yönetici, kendi etrafında bir karanlık çember oluşturur. O çember büyüdükçe adalet küçülür.
İbn Sînâ ise yöneticinin ahlaki sağlamlığını devletin varlık şartı olarak tanımlar. Ona göre taviz, sadece bir siyasal tercih değil, aynı zamanda ahlaki bir zayıflıktır. Akıl geri çekildiğinde, arzu ve korku yönetmeye başlar. Bu yönetim biçiminde liyakat değil sadakat; ortak akıl değil ideolojik körlük hâkim olur. Bir yöneticinin kendi iç dünyasındaki bozulma, devletin en ücra köşesine kadar yayılan bir dalga gibidir.
Bugün yaşadığımız birçok kurumsal aksaklığın, adaletsizliğin, güven kaybının arkasında tam da bu durum var: Taviz küresinin büyümesi. Siyasallaşan kurumlar, kutuplaşan toplum, liyakatini kaybeden yapılar, aslında birbiriyle bağlantılı semptomlar. Makamın doğruluktan daha kıymetli görüldüğü her an, toplumun omurgasından bir parça daha eksilir.
Bu yüzden mesele sadece yöneticilerin kişisel tercihlerinden ibaret değil. Bu, toplumun geleceğini ilgilendiren yapısal bir problem. Adaletin zayıfladığı yerde güven de çözülür. Güvenin yok olduğu yerde düzen ayakta kalamaz.
Nizâmülmülk’ün ve İbn Sînâ’nın yüzyıllar önce verdiği mesaj hâlâ geçerli: Devlet, adaletle kaim olur. Adaletin olmadığı yerde verilen her taviz, sadece bir kişinin değil, bir ülkenin kaderini değiştirir.
Sorunların çözümü için uzun raporlara, karmaşık teorilere gerek yok. Bazen bin yıl öncesinin bir cümlesi bütün gerçeği özetler:
“Emaneti ehline ver.”
Bu ilke yerine getirilmedikçe, makam büyür; sorumluluk küçülür. Ve toplum bu dengesizliğin yükünü taşımaya devam eder.


Şirketlerin ve Kurumların en büyük hatalarından biri, çalışanların kolayca yerine konabileceğini düşünmektir. Oysa nitelikli ve deneyimli çalışanlar, yalnızca günlük işlerini yapan bireyler değil; kurumun hafızası, kültürü ve müşterilerle kurduğu güven bağıdır. Bir çalışanı kaybetmek, yalnızca bir pozisyonun boşalması anlamına gelmez; yıllar içinde oluşmuş bilgi birikimi, kurum içi süreç bilgisi, müşteri ilişkileri ve ekip içi uyum da kaybolur.









