Makamın Bedeli: Taviz Kültürü, İdeolojik Körlük ve Kaybolan Adalet

Toplumların en kritik kırılma noktalarından biri, yönetenlerin makamlarını korumak adına verdikleri tavizlerle başlar. Bu taviz, ilk bakışta “küçük” gibi görünür; fakat tarih bize öğretir ki devletler küçük yanlışlardan değil, o yanlışlara sessiz kalanlardan çöker. Bugün kamu yönetiminde yaşadığımız sorunların büyük bölümü de işte bu sessizliğin ve taviz alışkanlığının mirasıdır.

İslam siyaset geleneği, yönetimi bir “emanet” olarak görür. Kur’an’ın açık hükmü bellidir: Emanet ehline verilecek, adalet gözetilecek, kararlar istişareyle alınacaktır. Bu ilkeler sadece ahlaki nasihatler değil; devletin ayakta kalma şartlarıdır. Ne var ki makam hırsı, kimi yöneticilerin bu ilkeleri unutmasına yol açıyor. Makamı muhafaza etmek için eğilip bükülen ilkelerdir sonunda toplumu büküp kıran.

Bu durum yeni değil. Nizâmülmülk, bin yıl önce Siyasetnâme’de yöneticileri dalkavuklardan, kayırmadan, ehliyetsiz görevlendirmelerden sakındırıyordu. Ona göre bir devlet adamı küçük bir yanlışa göz yumarsa, o yanlış zamanla bütün memleketi sarar. Göz yumulan her haksızlık, içeri sızan bir çatlaktır. Devletler o çatlaklardan dağılır.

Nizâmülmülk’ün en sert uyarılarından biri şudur: “Hükümdarın en büyük düşmanı dalkavuklardır.” Bugün bu cümlenin ne kadar tanıdık geldiğini görmek acı veriyor. Gerçekleri değil, yöneticinin hoşuna gidecek sözleri söyleyenler; doğruluğu değil sadakati önceleyenler; eleştiriyi değil alkışı çoğaltanlar… Makamı koruma adına çevresini sessizliğe mahkum eden her yönetici, kendi etrafında bir karanlık çember oluşturur. O çember büyüdükçe adalet küçülür.

İbn Sînâ ise yöneticinin ahlaki sağlamlığını devletin varlık şartı olarak tanımlar. Ona göre taviz, sadece bir siyasal tercih değil, aynı zamanda ahlaki bir zayıflıktır. Akıl geri çekildiğinde, arzu ve korku yönetmeye başlar. Bu yönetim biçiminde liyakat değil sadakat; ortak akıl değil ideolojik körlük hâkim olur. Bir yöneticinin kendi iç dünyasındaki bozulma, devletin en ücra köşesine kadar yayılan bir dalga gibidir.

Bugün yaşadığımız birçok kurumsal aksaklığın, adaletsizliğin, güven kaybının arkasında tam da bu durum var: Taviz küresinin büyümesi. Siyasallaşan kurumlar, kutuplaşan toplum, liyakatini kaybeden yapılar, aslında birbiriyle bağlantılı semptomlar. Makamın doğruluktan daha kıymetli görüldüğü her an, toplumun omurgasından bir parça daha eksilir.

Bu yüzden mesele sadece yöneticilerin kişisel tercihlerinden ibaret değil. Bu, toplumun geleceğini ilgilendiren yapısal bir problem. Adaletin zayıfladığı yerde güven de çözülür. Güvenin yok olduğu yerde düzen ayakta kalamaz.

Nizâmülmülk’ün ve İbn Sînâ’nın yüzyıllar önce verdiği mesaj hâlâ geçerli: Devlet, adaletle kaim olur. Adaletin olmadığı yerde verilen her taviz, sadece bir kişinin değil, bir ülkenin kaderini değiştirir.

Sorunların çözümü için uzun raporlara, karmaşık teorilere gerek yok. Bazen bin yıl öncesinin bir cümlesi bütün gerçeği özetler:
“Emaneti ehline ver.”
Bu ilke yerine getirilmedikçe, makam büyür; sorumluluk küçülür. Ve toplum bu dengesizliğin yükünü taşımaya devam eder.

Uncategorized kategorisine gönderildi | Yorum yapın

Trump’ın 21 Maddelik Gazze Planı: Teslimiyet mi, Barış mı?

Trump’ın açıkladığı 21 maddelik Gazze planı, kâğıt üzerinde barış vaat ediyor gibi görünse de, gerçekte Filistin halkını teslimiyete zorlayan bir projeden ibarettir. Planın ana hatları  tünellerin imhası, Hamas’ın silah bırakması, Gazze’nin Arap finansmanı ile yeniden inşası, geçici başkan olarak Tony Blair’in atanması  dikkatle incelendiğinde İsrail’in uzun vadeli hedefleriyle birebir örtüştüğü görülüyor.

Netanyahu’nun bu plana sıcak bakması boşuna değil. Çünkü İsrail, yıllardır uğraştığı “Hamas’ı etkisiz hale getirme” stratejisini, bu plan sayesinde uluslararası meşruiyet kisvesi altında uygulama şansı yakalıyor. Yani mesele barış değil, direnişi bitirme meselesidir.

Hamas’ın bu planı kabul etmemesi gayet anlaşılır bir durumdur. Çünkü Hamas sadece bir silahlı örgüt değil; işgale karşı Filistin halkının direniş iradesini temsil ediyor. Tünellerin imhası ve silahların bırakılması demek, Filistin’in en temel savunma refleksinin ortadan kaldırılması demektir. Bugün Hamas silah bırakırsa, yarın İsrail aynı kolaylıkla Gazze’yi işgal eder. Tarih bize defalarca İsrail’in verdiği sözleri tutmadığını, her barış girişimini kendi çıkarı doğrultusunda manipüle ettiğini göstermedi mi?

Trump’ın “ekonomik refah” adı altında sunduğu vaatler de bir başka tuzak. “Direnişten vazgeç, şehrini terk et, biz sana finans sağlayalım” mantığı, Filistin halkına yapılabilecek en büyük hakarettir. Çünkü Filistin’in meselesi sadece barınma ya da ekonomik sıkıntılar değil, özgürlük ve onur meselesidir. İsrail’in tankları altında ezilen, göçe zorlanan bir halkın öncelikli ihtiyacı para değil, bağımsızlıktır.

Bu nedenle gerçek barışın yolu Hamas’ı dışlamak değil, tam aksine Filistin’in iradesini temsil eden bütün unsurları muhatap almaktan geçer. Uluslararası güçler, Gazze’nin geleceğini belirlemek istiyorsa önce şu gerçeği kabul etmeli: Silahsız bir Gazze, İsrail için bir zafer, Filistin içinse yeni bir felaketten başka bir şey değildir.

Bugün “barış planı” adı altında dayatılan şartlar, aslında Filistin halkını iradesiz bırakma ve İsrail’in güvenliğini mutlaklaştırma planıdır. Eğer dünya bu oyuna gelirse, yakın gelecekte yeni bir intifadanın tohumları şimdiden atılmış olacaktır.

Bu 21 maddelik plan ne barış getirir, ne huzur. Tek yaptığı, İsrail’e zaman kazandırmak ve direnişi tasfiye etmeye çalışmaktır. Ama şunu unutmamak lazım: Direniş halkların kalbinde yaşar; silahlar alınsa bile, işgale karşı irade asla teslim olmaz.

Uncategorized kategorisine gönderildi | Yorum yapın

İsrail’in Saldırıları: Ortadoğu’yu Ateşe Atan Strateji

Gazze’de yine gözyaşı, yine acı… Müzakere masasında barış umudu arayan altı Filistinli, İsrail’in saldırısıyla şehit düştü. Bir annenin kucağında susturamadığı çocuğun feryadı, bir babanın enkaz altında kalan evladının elini tutamadan yere yığılışı… Bu sahneler, Ortadoğu’da artık sıradan haber başlıklarına dönüşmüş durumda. Fakat her kayıp, yalnızca Gazze’nin değil, insanlığın yüreğinde derin bir yara açıyor.

İsrail, bu saldırıları yalnızca askeri bir operasyon olarak görmüyor. Dünya, büyük bir siyasi çalkantı yaşarken Tel Aviv yönetimi, kaosu kendi lehine çevirmeye çalışıyor. Hatırlayalım, iki hafta önce İsrail Genelkurmay Başkanı, Hamas liderlerinin yalnızca Gazze’de değil, başka ülkelerde de hedef alınacağını duyurmuştu. Bu açıklama, Doha’daki Hamas ofisine yapılan saldırının adeta ön sözüydü. Sekiz füze ve on savaş uçağının kullanıldığı bu operasyon, yalnızca Hamas’a değil, Katar üzerinden tüm bölgeye verilmiş bir mesajdı. Zira Katar’da ABD’nin en büyük askeri üssü bulunuyor. Şimdi kritik soru şu: Bu saldırı Washington’un bilgisi dahilinde mi gerçekleşti, yoksa İsrail kendi iradesiyle mi hareket ediyor?

Jeopolitik Satranç

Bu saldırının arkasında Hamas’ın bir İsrailli bakanın yeğenini öldürmesi gibi kısa vadeli gerekçeler bulunsa da, asıl hedef çok daha geniştir. İsrail’in uzun vadeli stratejisi, Hamas’ı tamamen sahneden silmek ve Gazze’de direnişi kırmaktır. Ancak gözden kaçırılan kritik nokta, Hamas’ın Gazze’de seçimle iş başına gelmiş bir yapı olmasıdır. Dolayısıyla Hamas’ı yok etmek söylemi, aslında Gazze halkını yok saymaktır. Bu ise Filistin sorununu çözmek değil, daha da derinleştirmektir.

İsrail’in aynı gün içinde Suriye’nin 97 noktasını vurması da dikkat çekicidir. Bu saldırılar, yalnızca Hamas’a değil, İran ve diğer bölgesel aktörlere yönelik bir gözdağıdır. Tel Aviv, çok cepheli bir baskı politikasıyla hem direniş hattını zayıflatmak hem de bölgedeki güç dengelerini kendi lehine çevirmek istemektedir. Ancak bu stratejinin yan etkileri büyüktür: Arap ülkelerinin güvenlik reflekslerini tetiklemesi ve ABD’nin arabuluculuk rolünü zayıflatması.

Küresel Dengeler ve İsrail’in Yalnızlığı

İsrail’in uluslararası sularda “Küresel Sumud Filosu”na saldırması, bu ülkenin yalnızca Filistin değil, küresel toplumla da çatışmayı göze aldığını bir kez daha  gösteriyor. İsrail’in askeri hamleleri kısa vadede caydırıcı olabilir; ancak uzun vadede diplomatik yalnızlık, ekonomik baskılar ve uluslararası kamuoyunda artan nefret duygusu Tel Aviv’i daha zor bir çıkmaza sürükleyecektir.

Üstelik İsrail içeride de kırılgan bir dönemden geçiyor. Ekonomik darboğaz, siyasi istikrarsızlık ve hükümetin düşme ihtimali, saldırgan politikalara yönelimin bir nedeni olabilir. Aynı zamanda bu saldırılar, İsrail hükümetinin iç kamuoyunu konsolide etme çabasının da bir parçasıdır.

Türkiye’nin Konumu

Türkiye açısından tablo daha da hassas. İsrail’in uzun vadeli hesaplarında Ankara’nın hedef olduğunu biliyoruz. Bu nedenle Türkiye’nin savunma kapasitesini hızla güçlendirmesi, istihbarat ve diplomasi kanallarını etkin biçimde kullanması elzemdir. Son saldırıda Hamas’ın üst düzey yöneticilerinin kurtulması, MİT’in sağladığı erken uyarı sayesinde olduğu bilgisini birkaç kaynaktan edindik. Bu durum, Türkiye’nin bölgedeki istihbarat ağırlığının önemini bir kez daha ortaya koymaktadır.

Sonuç

İsrail’in saldırgan tutumu, yalnızca Filistin meselesini değil, Ortadoğu’nun tamamını ateşin içine çekme riski taşıyor. Bürokratik uyarılar ve kınama mesajları bu gidişatı durdurmaya yetmez. Eğer bölge ülkeleri daha güçlü ve ortak bir duruş sergilemezse, önümüzdeki dönemde Ortadoğu çok daha büyük bir kaosa sürüklenecektir.

İsrail belki kısa vadede askeri kazanımlar elde ediyor. Ama uzun vadede diplomatik yalnızlık, ekonomik kriz ve uluslararası kamuoyunda kaybettiği itibar onu daha da köşeye sıkıştıracak. Ortadoğu’nun geleceği, işte bu satranç tahtasında atılacak hamlelere bağlı olacak.

 

Uncategorized kategorisine gönderildi | Yorum yapın

Ülkeleri Savaştan Önce Kuşatma Yöntemi: Kültürel İşgal !

Küreselleşme, bilgi ve iletişim teknolojilerinin gelişmesiyle birlikte kültürlerarası etkileşimi hızlandırmıştır. Ancak bu etkileşim, her zaman eşit koşullarda gerçekleşmemekte, güçlü kültürler zayıf olanlar üzerinde baskın hale gelerek kültürel işgale yol açmaktadır. Kültürel işgal, bir toplumun değerlerinin, yaşam biçimlerinin ve estetik anlayışının dışarıdan gelen unsurlarla kuşatılması, dönüştürülmesi ve zamanla kendi özgün kimliğini kaybetmesi anlamına gelmektedir. Günümüzde bu işgal en çok müzik, dizi, giyim kültürleri ve modern değer dayatmaları üzerinden gerçekleşmektedir.

Müzik Kültürü ve Kültürel İşgal

Müzik, bireylerin duygularına ve bilinçaltına doğrudan hitap ettiği için en güçlü kültürel aktarım araçlarından biridir. Özellikle genç kuşaklar, küresel müzik akımlarının etkisi altında kendi toplumunun geleneksel müziklerinden uzaklaşabilmektedir. Batı merkezli popüler müzik; bireyciliği, tüketim kültürünü ve haz odaklı yaşam biçimini aşılayarak kültürel işgali derinleştirmektedir.

Dünyada ve Türkiye’de Müzikli Devrimler

Kültürel işgalin en görünür araçlarından biri de “müzikli devrimler”dir. Bu devrimler, kimi zaman bir özgürlük hareketini, kimi zaman da kültürel bir dönüşümü ifade etmiştir:

  • ABD – Rock’n Roll Devrimi: 1950’lerde Elvis Presley ve sonrasında Beatles etkisiyle müzik, gençliği toplumsal kurallara başkaldırıya yöneltmiş, bu akım dünya gençliğini Amerikan değerleriyle özdeşleştirmiştir.
  • Küba – Devrim Şarkıları: 1959 devriminden sonra Küba’da müzik, ideolojik bir araç olarak kullanılmış, Latin Amerika’ya sosyalist değerler şarkılarla taşınmıştır.
  • Kore – K-Pop Devrimi: 2000’lerden sonra Güney Kore, K-Pop aracılığıyla tüm dünyaya kendi kültürünü ihraç etmeye başlamış, gençlik üzerinde küresel ölçekte güçlü bir etki yaratmıştır.
  • Türkiye – Türkçe Pop Devrimi (1990’lar): Sezen Aksu, Tarkan ve MFÖ gibi sanatçılarla birlikte Türk pop müziği büyük bir dönüşüm yaşamış, genç kuşak Batı tarzı müziği kendi dilinde deneyimlemeye başlamıştır. Bu durum bir yandan yerli müziği canlandırmış, diğer yandan Batılı müzik kalıplarının kalıcı yerleşmesine neden olmuştur.
  • Türkiye – Protest Müzik ve Arabesk: 1970’lerde Ruhi Su, Cem Karaca ve Barış Manço gibi isimler müzik aracılığıyla toplumsal muhalefeti ve halkın sorunlarını dile getirmiştir. Öte yandan arabesk müzik, toplumdaki kırılmaları yansıtırken aynı zamanda kültürel yabancılaşmayı da beraberinde getirmiştir.

Bu örnekler, müziğin sadece estetik bir alan değil, aynı zamanda ideolojik ve kültürel işgalin en güçlü taşıyıcısı olduğunu göstermektedir. Ayrıca Barış Manço’nun müzikler üzerinden ülkemize yapılan operasyonu ilerleyen günlerde bir belgesel ile açıklayacağını beyan ettikten sonra aniden ölmesi de masum görünen tehlikenin büyüklüğünü gözler önüne sermektedir.

Dizi ve Görsel Medya

Diziler ve filmler, yaşam tarzı, ilişkiler, ahlak anlayışı ve tüketim alışkanlıklarını doğrudan izleyiciye aktarmaktadır. Hollywood, Latin dizileri ve Kore yapımları, izleyenlerde yabancı kültürlere hayranlık oluşturmakta, yerel değerlerin ikinci plana itilmesine yol açmaktadır.

Giyim Kültürü ve Moda

Moda endüstrisi, yalnızca ekonomik değil, ideolojik bir baskı aracıdır. Gençler küresel markaların ve Batı tarzı giyimin etkisiyle kendi geleneksel kıyafetlerinden uzaklaşmaktadır. Yerel kıyafetler folklorik unsura indirgenmekte, küresel markalar statü göstergesi haline getirilmektedir.

Dışarıdan Dayatılan Kanunlar ve Sosyal Mühendislik

Kültürel işgal yalnızca sanat, medya ve moda aracılığıyla değil; uluslararası kuruluşlar ve dış baskılarla dayatılan kanunlar üzerinden de yürütülmektedir.

  • Uluslararası sözleşmeler, kimi zaman toplumun kültürel yapısına uymayan normları dayatmaktadır.
  • Kadın, çocuk, aile, eğitim politikaları üzerinden yapılan dış baskılar, milli kültüre uygun olmayan yaşam biçimlerini “evrensel değer” adıyla sunmaktadır.
  • Bu dayatmalar, ulusal bağımsızlığı zedeleyerek toplumsal düzeni sarsmaktadır.

LGBT Dayatması (Sapkınlık) ve Kültürel Erozyon

Küresel kültürel işgalin en tehlikeli boyutlarından biri de LGBT ideolojisinin normalleştirilmesi çabasıdır.

  • Diziler, filmler, müzik klipleri ve reklamlarla gençlere LGBT yaşam biçimi özendirilmektedir.
  • Uluslararası kurumlar, bu ideolojiyi “insan hakları” kılıfıyla ülkelere dayatmakta, hukuki düzenlemelere girmesi için baskı yapmaktadır.
  • Bu durum, aile kurumunun zayıflamasına, çocukların cinsel kimlik karmaşasına sürüklenmesine ve ahlaki yozlaşmaya neden olmaktadır.
  • Özellikle sosyal medyada yürütülen kampanyalar, gençleri kimlik bunalımına itmekte, toplumun kültürel ve dini değerleriyle çatışmaktadır.

Kültürel İşgalin Ülkeye Sürüklediği Felaketler

Kültürel işgal, yalnızca kültürel kimliği değil, ülkenin sosyal ve siyasi yapısını da etkilemektedir. Uzun vadede bu süreç, şu felaketlere yol açabilmektedir:

    • Kimlik krizi ve toplumsal bölünme: Genç kuşaklar kendi kültürünü aşağı görüp yabancı kültürleri benimserken, kuşaklar arası çatışma ve değer erozyonu yaşanır.
    • Ahlaki çözülme: Yerli ahlaki değerler geri plana itilir; aile bağları, toplumsal dayanışma ve ortak sorumluluk bilinci zayıflar.
    • Dil kaybı: Yabancı şarkılar, diziler ve moda akımları yabancı kelimelerin yoğun kullanımına yol açarak dilin yozlaşmasına sebep olur.
    • Ekonomik bağımlılık: Yerli üreticiler geri planda kalırken küresel markalara ve yabancı medya ürünlerine bağımlılık artar.
  • Siyasi manipülasyon: Popüler kültür araçlarıyla kitlelerin düşünce yapısı şekillendirilir, bu da ülkelerin karar alma süreçlerinde dışa bağımlılığa zemin hazırlar.

Eğitim Sistemi ve Aile Eğitimiyle Alınabilecek Önlemler

  • Müfredatta milli kültür, değerler eğitimi ve ahlak felsefesi güçlendirilmelidir.
  • Medya okuryazarlığı dersleriyle gençlerin LGBT ve popüler kültür tuzaklarına karşı eleştirel bakışı geliştirilmelidir.
  • Aileler, çocuklarına milli ve manevi değerleri küçük yaşta aktarmalıdır.
  • Yerli müzik, dizi ve kıyafet üretimi desteklenmeli, gençlere alternatif sunulmalıdır.

Milli Eğitim Bakanlığı ve Aile Bakanlığının Alacağı Önlemler

  • MEB:

    • Okullarda milli değerler ve kültür içerikli dersler zorunlu hale getirilmeli.
    • Öğrenciler LGBT ve benzeri ideolojik sapkınlıklara karşı bilinçlendirilmelidir.
    • Yerli sanat ve kültür projeleri desteklenmelidir.
  • Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı (ASHB):

    • Ailelere yönelik kültürel bilinç ve değer aktarımı eğitimleri yaygınlaştırılmalı.
    • Sosyal medyada LGBT propagandasına karşı koruyucu farkındalık kampanyaları yapılmalı.
    • Dezavantajlı bölgeler başta olmak üzere Yerel yönetimlerin de desteği alınarak gençlere kültür-sanat merkezleri açılmalı.

Sonuç

Kültürel işgal, yalnızca sanat ve moda aracılığıyla değil, aynı zamanda uluslararası baskılar, LGBT dayatmaları ve küresel hukuk düzenlemeleri yoluyla da yürütülmektedir. Bu süreç, aileyi zayıflatmakta, milli kimliği erozyona uğratmakta ve toplumsal çözülmeyi hızlandırmaktadır. Ancak eğitim, aile içi bilinç, MEB ve Aile Bakanlığı’nın aktif politikalarıyla bu işgale karşı direnmek mümkündür.

Uncategorized kategorisine gönderildi | Yorum yapın

Sosyal Çürümenin Siyasal Görüş ve Hayat Tarzlarına Göre Değişim Oranı: İbn Haldun’un Çöküş Teorisi Bağlamında Bir Değerlendirme

Toplumsal yapılar, bireylerin değerleri, inançları, siyasal yönelimleri ve hayat tarzları üzerinden şekillenmektedir. Sosyal çürüme, toplumların ortak değerlerinde meydana gelen aşınma, bireyler arası güvenin zayıflaması, dayanışma ruhunun azalması ve kamusal yaşamın ahlaki temellerinin erozyona uğraması olarak tanımlanabilir. Bu süreç, farklı siyasal görüşlere ve hayat tarzlarına sahip gruplarda farklı yoğunlukta gerçekleşebilmektedir. Bu makale, sosyal çürümenin siyasal görüş ve hayat tarzlarına göre değişim oranını tartışırken, İbn Haldun’un toplumların yükseliş ve çöküş döngüsüne dair görüşlerinden yararlanmayı amaçlamaktadır.

Sosyal Çürüme ve İbn Haldun’un Toplum Tasavvuru

İbn Haldun’a göre toplumların gelişimi ve çöküşü “asabiyet” kavramı etrafında açıklanır. Asabiyet, bir topluluğun birlik ruhu, ortak dayanışması ve kolektif hareket edebilme kapasitesidir. Bu bağ güçlüyken toplum yükselir; zayıfladığında ise çözülme başlar. İbn Haldun’un çöküşe dair belirttiği başlıca unsurlar şunlardır:

  1. Lüks ve Rahatlık: Refahın artmasıyla birlikte toplum üyeleri çalışkanlık ve dayanışmadan uzaklaşır, bireysel çıkarlar ön plana çıkar. 
  2. Ahlaki Zayıflama: Dini ve kültürel değerlerden kopma, toplumun iç bütünlüğünü aşındırır. 
  3. Adaletin Bozulması: Devlet yönetiminde adaletin zayıflaması, yolsuzluk ve kayırmacılığın artması toplumsal güveni yok eder. 
  4. Asabiyetin Kaybı: Kabile, grup veya sınıflar arasındaki dayanışmanın yok olması, toplumun dağılmasına yol açar. 

Bu çöküş dinamikleri, modern dönemde “sosyal çürüme” olarak adlandırılan olgunun tarihsel kökenlerine işaret etmektedir.

Siyasal Görüşlere Göre Sosyal Çürüme

Farklı ideolojik kutuplar sosyal çürümeyi farklı biçimlerde algılar.

  • Muhafazakâr Görüş: İbn Haldun’un ahlaki zayıflama tespitine paralel olarak, muhafazakâr kesim sosyal çürümeyi aile, inanç ve geleneksel değerlere bağlılığın azalması üzerinden okur. 
  • Liberal Görüş: Lüks ve refahın yozlaşma getireceği uyarısını, kurumların hesap verebilirliğini yitirmesi ve özgürlüklerin sınırlandırılması bağlamında değerlendirir. 
  • Sol/Sosyalist Görüş: İbn Haldun’un adaletin bozulması ve sınıf eşitsizliklerinin artışı vurgusu, sosyalist perspektifte “sömürü ve adaletsizlik” kavramlarıyla örtüşür. 
  • Milliyetçi Görüş: Asabiyetin kaybı, milliyetçi bakış açısında ulusal birlik ve kültürel yabancılaşma olarak somutlaşır. 

Hayat Tarzlarına Göre Sosyal Çürüme

İbn Haldun’un “bedevî” ve “hadarî” toplum ayrımı, modern hayat tarzları açısından da açıklayıcıdır.

  • Kentli-Orta Sınıf: İbn Haldun’un “hadarî” yaşam olarak tanımladığı kent hayatında lüks, bireyselleşme ve haz arayışı sosyal çürümeyi hızlandırır. 
  • Kırsal Kesim: “Bedevî” yaşamda dayanışma ve asabiyet daha güçlüdür; ancak şehirleşme ve göç bu bağları çözerek çürümeyi hızlandırır. 
  • Dindar Hayat Tarzı: Ahlaki zayıflamanın çöküş getireceğini vurgulayan İbn Haldun’a göre, dini normlara bağlılık toplumun çözülmesini geciktirici bir faktördür. 
  • Seküler Hayat Tarzı: Toplumsal dayanışmanın kaybolması, bireysel çıkarların öne çıkması ve kamusal adaletin zayıflaması, seküler çevrelerde sosyal çürüme algısının temelini oluşturur. 

Değişim Oranları ve Dinamikler

İbn Haldun’un teorisi, sosyal çürümenin hızının “asabiyetin gücüne” bağlı olduğunu gösterir. Modern toplumlarda bu, siyasal kutuplaşma ve hayat tarzı farklılıklarının toplumun ortak değerlerini zayıflatmasıyla benzerlik gösterir. Ortak bir toplumsal ahlak ve dayanışma zemini kayboldukça çürüme süreci hızlanır.

Sonuç

Sosyal çürüme, siyasal görüş ve hayat tarzlarına göre farklı algılansa da özünde İbn Haldun’un belirttiği çöküş unsurlarına dayanır: lüksün artması, ahlaki değerlerin zayıflaması, adaletin bozulması ve toplumsal dayanışmanın kaybolması. Dolayısıyla sosyal çürümenin önlenmesi, yalnızca ekonomik ya da siyasal tedbirlerle değil, toplumsal asabiyetin yeniden güçlendirilmesi ve ortak değerler etrafında bir uzlaşı oluşturulmasıyla mümkündür.

Uncategorized kategorisine gönderildi | Yorum yapın

Personel Yönetiminin Kurumlarda Hayati Önemi

Şirketlerin ve Kurumların en büyük hatalarından biri, çalışanların kolayca yerine konabileceğini düşünmektir. Oysa nitelikli ve deneyimli çalışanlar, yalnızca günlük işlerini yapan bireyler değil; kurumun hafızası, kültürü ve müşterilerle kurduğu güven bağıdır. Bir çalışanı kaybetmek, yalnızca bir pozisyonun boşalması anlamına gelmez; yıllar içinde oluşmuş bilgi birikimi, kurum içi süreç bilgisi, müşteri ilişkileri ve ekip içi uyum da kaybolur.

İyi bir çalışan neden bu kadar değerlidir?

İyi bir çalışan;

Sadece işini yapmakla kalmaz, görev alanının ötesini görerek proaktif davranır.

Geleceği öngörür, riskleri ve fırsatları önceden fark eder.

Kuruma sadakat duyar, kriz zamanlarında bile elini taşın altına koyar.

Bağ kurar, ekip arkadaşları ve müşterilerle ilişkiler geliştirerek kurumun sosyal sermayesini artırır.

Süreklilik sağlar, departmanlar arası koordinasyonu ve süreçlerin akışını kesintisiz hale getirir.

Dolayısıyla bir çalışanın kaybı; pozisyon boşluğu değil, aynı zamanda iş süreçlerinde aksama, müşteri memnuniyetinde düşüş, kurumsal itibar kaybı ve yeniden işe alım/eğitim maliyetleri gibi birçok olumsuz sonucu beraberinde getirir.

2008 krizi örneği

2008 küresel finans krizinde, birçok şirket hızlı şekilde maliyetleri kısmak için çalışanlarını işten çıkardı. Ancak bu şirketler, kriz sonrası ekonomik toparlanmada ciddi sorunlar yaşadı:

Yeni işe alınan personelin eğitimi ve adaptasyonu zaman aldı.

Müşterilerle bozulan ilişkileri onarmak uzun sürdü.

İş yükü kalan çalışanların üzerine yığılınca motivasyon kaybı ve işten ayrılmalar hızlandı.

Buna karşılık, çalışanlarını koruyan ve krizi birlikte atlatmaya çalışan şirketler;

Kriz sonrasında hızla eski verimliliklerine döndü,

Müşteri güvenini kaybetmeden yollarına devam etti,

Rakiplerinin ötesine geçerek pazar payını büyüttü.

Krizler ve çalışan kaybının kalıcı etkisi

Krizler sonsuza kadar sürmez, elbet geçer. Ancak kriz döneminde kaybedilen nitelikli insan kaynağı, krizden çok daha uzun süre şirket üzerinde olumsuz etkiler bırakabilir.
Çünkü:

Çalışan bağlılığı zedelenir, kalan ekipte moral bozulur.

İşten ayrılan çalışanlar, kurumun özel bilgisini rakiplere taşıyabilir.

Şirket, işveren markası açısından kötü bir üne sahip olur; yeni yetenekleri çekmek zorlaşır.

Bu nedenle asıl rekabet, kriz sona erdiğinde başlar. Krize hazırlıklı olan, yani güçlü bir ekip yapısını muhafaza edebilen şirketler, rakiplerinden öne geçer.

Kriz döneminde hazırlık için neler yapılmalı?

Krizlere karşı hazırlıklı olmak, yalnızca finansal kaynak yaratmakla değil; insan kaynağını korumakla mümkündür.
Kısa vadede maliyet düşürmek için yapılan “tasarruf” amaçlı işten çıkarmalar, uzun vadede hem maddi hem manevi daha büyük zararlar doğurur.

Çalışan bağlılığını artırmak ve kriz dönemlerini en az hasarla atlatmak için şirketler şunları yapmalıdır:

Adil performans yönetimi: Çalışanların hakkını teslim eden, şeffaf ve objektif bir değerlendirme sistemi kurmak.

Gelişim fırsatları: Çalışanların kendilerini geliştirebilecekleri eğitim ve kariyer planlamalarını sunmak.

Şeffaf iletişim: Kriz dahil her durumda çalışanlarla açık ve dürüst iletişim kurarak belirsizlikleri azaltmak.

Güçlü liderlik: Zor zamanlarda kararlı, destekleyici ve vizyoner liderlik göstermek.

Sonuç

Kriz sonrası hâlâ şirketinizde kalan tecrübeli ekip, iş süreçlerine hızla adapte olur, müşterilere güven verir ve kurumsal hafızayı devam ettirir. Bu, rakiplerin yeni ekipler kurmakla zaman kaybettiği dönemde en büyük rekabet avantajıdır.

Uncategorized kategorisine gönderildi | Yorum yapın

İsrail-İran Gerilimi: Sessiz Bir Savaşın Ayak Sesleri

Orta Doğu bir kez daha kaotik bir gerilimin eşiğinde. Uzun zamandır İsrail’in İran’a yönelik bir saldırı için fırsat kolladığı biliniyordu. Hedef açık: İran’da rejim değişikliği. Ancak bu kez tablo daha karmaşık ve tehlikeli.

Trump döneminde ABD’nin doğrudan sıcak çatışmalardan uzak duracağını, daha çok vekil güçler üzerinden ilerlemeyi tercih ettiğini gördük. Ancak İsrail, bu mesafeli yaklaşımı değiştirmek için ABD’yi adım adım savaşın içine çekmeye çalışıyor. Netanyahu’nun “İran’ın nükleer tesislerini vuracağız” yönündeki açıklamaları da bu stratejinin bir parçası.

Trump’ın bir dönem yaptığı “Ey İran, akıllı ol. Sana el sürmem ama İsrail’i salarım” açıklaması bugünlerde daha fazla anlam kazanıyor. İsrail, İran’a karşı yürüttüğü saldırılarda sadece askeri üstünlüğünü değil, istihbarat gücünü de sergiliyor. İran’ın güvenlik açıkları, her saldırıyla daha görünür hâle geliyor.

İsrail Başarı mı Sağlıyor, Yoksa İran Zafiyet mi Gösteriyor?

İran, dünyanın en büyük ikinci petrol ve dördüncü doğalgaz rezervlerine sahip olmasına rağmen, ciddi güvenlik ve yönetim sorunları yaşamaktadır. Yıllardır ülkeyi yöneten kadroların başarısızlığı, bu krizin temel nedenlerinden biridir.

Bugün İran, sadece İsrail’in saldırılarıyla değil, kendi iç zafiyetleriyle de mücadele ediyor. Hava savunma sistemlerinin yetersizliği, istihbaratın sızdırılması, hatta başkent Tahran’daki bombalı saldırılar, devrim muhafızlarının kontrolü kaybetmeye başladığını gösteriyor. Hizbullah’ın telsiz sistemlerinin çökertilmesi, Haniyye suikastı gibi gelişmeler bu zafiyetlerin örneklerindendir.

İran attığı füzelerin çok azını hedefe ulaştırabiliyor. Kendi kamuoyunu “Henüz en güçlü silahlarımızı kullanmadık” diyerek teskin etmeye çalışıyor. Ancak gerçek şu ki, İsrail İran’ın istihbaratına, güvenliğine ve stratejik kurumlarına derinlemesine sızmış durumda. Mossad adeta İran’ın damarlarında dolaşıyor.

Bir başka zafiyet ise zamanında Güney Azerbaycan’da Azerilerin hareketlerini kısıtlamak üzere İran tarafından  imkan sağlanan ve güçlendirilen PJAK bugün İsrail’in emri ile özerk bölge talebi ile devleti iç savaşa doğru sürüklemektedir.

Yeni Savaşın Anatomisi

Bugün savaşlar sadece cephede değil, ekranların, uyduların ve dijital ağların üzerinde yaşanıyor. Ukrayna-Rusya Savaşı’nda da gördüğümüz gibi, topyekûn savaşların yerini hibrit mücadeleler almış durumda. İsrail, İran’a kara harekâtı yapamıyor çünkü sınır komşusu değil. Bu yüzden savaş, sadece hava saldırıları ve içeriden kışkırtmalarla yürütülüyor.

İsrail’in nihai amacı açık: İran içinde kaos yaratmak. PJAK gibi unsurları harekete geçirerek toplumsal infial oluşturmak ve rejimi sarsmak. Bu strateji yalnızca İran’ı değil, tüm bölgeyi yangın yerine çevirebilir.

Netanyahu, ABD’yi İran’a saldırı konusunda ikna edememektedir. Eğer ikna edebilirse savaşın boyutu çok daha genişleyecektir. Benim beklentim İran terbiye edildikten ve rejim değişikliğinin ayak sesleri duyulduktan sonra yani  10-15 gün içinde karşılıklı ateşkes sağlanabilir.

Abd ve Batı bloğunun İran saldırısına destek vermesinin ayrıca sebepleri vardır. Enerjisinin büyük kısmını İran’dan sağlayan Çinin boğazını sıkmak için büyük bir fırsattır. Hareket kabiliyeti sınırlanan Çin akabinde Rusya’nın da hareket kabiliyeti sınırlanacak ve batı bloğu daha da güçlenecektir. Sonrasında ise bölgede güç transferlerinin akabinde Pakistan ve Türkiye’yi bölme planlarını bir seviye daha artırıp Büyük Orta Doğu projesi için bölgede istikrarsız güçsüz devletler yanında güçlü bir İsrail ve Batı bloğu oluşturmak isteniyor.

ABD’nin doğrudan müdahalesi durumunda ise Çin ve Rusya’nın devreye girmesi ihtimali vardır ve bu da süreci küresel bir kaosa dönüştürebilir. İran ekonomisinin çöküşe doğru gittiği bu dönemde, hükümetin devrilmesi ve bölünme ihtimalleri masadadır. Son yıllarda “Şii Hilali” ideolojisine bağlı pek çok bürokratın suikastlarla ortadan kaldırıldığı da gözlenmektedir.

Türkiye Ne Yapmalı?

Bu çatışmanın Türkiye için önemi büyük. Bölgesel yangının yayılmaması için Türkiye’nin diplomatik yollarla devreye girmesi şart. Filistinli kardeşlerimiz için elinde milyonların kanı bulunan İran, tüm siyasi ve mezhebi çelişkilere rağmen, İsrail’in bölgedeki yayılmacılığına karşı bir denge unsuru olarak kalmalıdır. İran’ın tamamen çökmesi veya İsrail’in istediği gibi 3 e bölünmesi, sadece Tahran için değil, tüm İslam coğrafyası için büyük bir felakete yol açabilir akabinde iyice zayıflayan bölge sonraki hedef Pakistan ve Türkiye doğru dönecektir.

Bu noktada, Türkiye’nin dengeli ama kararlı bir tutumla İran’a istihbari ve teknolojik destek vermesi, aynı zamanda Filistin halkının da bir nebze olsun nefes almasını sağlayacaktır. Çünkü Netanyahu hükümeti zayıfladıkça, dünya daha çok Filistin’i konuşacak ve iki devletli çözüm süreci ivme kazanacaktır.

Son Söz

Netanyahu yönetimi, İsrail’i yalnızlaştıran bir yolun eşiğinde. İran’a yapılan bu saldırı, kısa vadede stratejik gibi görünse de uzun vadede İsrail’i daha da tecrit eden bir hata olabilir. Orta Doğu’da artık herkes biliyor ki, her füze, her saldırı ve her suikast yeni bir savaşın değil, yeni bir çöküşün işaret fişeği olabilir.

18 Haziran 2025

Uncategorized kategorisine gönderildi | Yorum yapın

Zemzem Kuyusuna İşeyen Adam ve Sosyal Medyanın Ahlaki Erozyonu

İslamın ilk yıllarında, bir Hac mevsiminde, Kâbe’nin en kalabalık olduğu anda, herkesin gözü önünde bir adam Zemzem kuyusuna işemiş. Bu akıl almaz eylem, onu bir anda meşhur etmiş. Nerede görülse, insanlar onu parmakla gösterir olmuş: “Bevvâl-i Çeh-i Zemzem” – Zemzem kuyusuna işeyen adam derlermiş. Herkes ondan nefret etmiş, onu lanetle anmış; ama o, bu lanetleri bir şöhret tacı gibi başında taşımış. Çünkü artık tanınan biriymiş. Yaptığı tek şey, kutsal olanı kirletmekti. Bu tek hareket, ona “kalıcı bir yer” kazandırmıştı toplum hafızasında.

Bu hazin ve rahatsız edici hikâye, ilk bakışta yalnızca münferit bir sapkınlık gibi görünebilir. Fakat dikkatle bakıldığında, çağımıza dair derin bir alegoriyi içinde barındırır. Modern zamanlarda, özellikle sosyal medya çağında, nice “zemzem kuyularına işeyen adamlar” türemiştir.

Günümüzde dijital mecralar, özellikle sosyal medya, görünür olmayı, bilinir olmayı, tanınmayı bir amaç hâline getirmiştir. Bu yeni dünyada artık “ne söylediğin” değil, “kaç kişinin seni gördüğü” önemlidir. Beğeni sayısı, izlenme oranı ve takipçi kitlesi, kişinin dijital değerini belirleyen yeni ölçütlerdir.

Bu bağlamda bazı insanlar, ahlaki sınırları çiğneyerek, hatta kutsallara saldırarak ün kazanmaya çalışmakta, “negatif şöhretin” kolaylığını tercih etmektedir. Tıpkı zemzem kuyusuna işeyen adam gibi, bazıları lanetlenmeyi bile görünürlük karşılığında kabullenmektedir. Çünkü artık şöhretin biçimi değil, miktarı önemlidir.

Zemzem kuyusu, yalnızca İslam inancında değil, aynı zamanda insanlık tarihinde kutsallığın, temizliğin ve maneviyatın sembolüdür. O kuyuya işemek, yalnızca fiziksel bir saygısızlık değil, aynı zamanda topluma, inanca, kutsala ve geleneğe karşı işlenmiş sembolik bir saldırıdır.

Bugün ise sosyal medya ekranlarında benzer saldırılarla sıkça karşılaşıyoruz:

  • Dini değerlerle alay eden “mizah” videoları,
  • Başkalarının mahremiyetini ifşa eden “içerik üreticileri”,
  • Acı çeken insanların videolarını izlenme uğruna paylaşanlar,
  • Şiddeti, cinselliği, ahlaksızlığı, çıplaklığı “trend” haline getiren paylaşımlar…

Tüm bu eylemler, modern zemzem kuyularına işemekten farksızdır. Ve ne yazık ki bu davranışlar, toplumun bir kesimi tarafından da “cesaret” veya “özgürlük” olarak alkışlanmaktadır.

Bugün, her platformda benzer hikâyelere rastlıyoruz:
Sırf viral olmak için kendi annesine hakaret eden genç.
Yolda yürüyen yaşlı bir kadına su fırlatıp kahkaha atan grup.
Bir mezarlıkta dans edip bunu “şaka” olarak yayınlayan kullanıcı…

Hepsi, zemzem kuyusuna işemekten farksız bu eylemlerle, “birilerine görünmeyi” başarmış, ama aynı zamanda insanlığını ve ahlakını zedelemiştir.

Onlar da artık “parmakla gösterilen” insanlar. Ama gururla değil, utançla, öfkeyle, lanetle…

Zemzem kuyusuna işeyen adam, herkesin nefretini kazanmıştır ama “bir şekilde hafızalarda kalmayı” başarmıştır. Bugünün sosyal medya fenomenlerinin bir kısmı da aynı arzuyla hareket eder: Tanınmak, Hatta gerekirse kötü olarak tanınmak. Çünkü artık “kötü ün” de bir ündür. Bu yeni anlayış, bireysel ahlakın, kolektif bilinçle olan bağını koparmakta; hatta toplumu yozlaşmaya itmektedir.

Zemzem kuyusuna işeyen adamın hikâyesi, sadece geçmişte yaşanmış uç bir hadise değil; aynı zamanda geleceğimizi tehdit eden bir zihniyetin simgesidir. Sosyal medya çağında hepimiz birer “seyirci”yiz. Ve neyi izlediğimiz, neyi alkışladığımız, neye tepki verdiğimiz, aslında kim olduğumuzu belirliyor.

Unutulmamalıdır ki şöhret geçici, ahlak kalıcıdır. Şöhretin arkasından koşarken kutsalları, değerleri ve insan onurunu çiğneyenler, belki geçici alkışlar alabilir. Ama geride çürümüş bir vicdan ve bozulmuş bir toplum bırakırlar.

 

Uncategorized kategorisine gönderildi | Yorum yapın

Pakistan Hindistan Çatışması

Hindistan, 22 Nisan 2025’te Cammu Keşmir’in (Hindistan işgali altındaki Keşmir) Pahalgam bölgesine 26 kişinin ölümüyle sonuçlanan saldırı sonrasında, 7 Mayıs Çarşamba günü Pakistan’da var olduğunu iddia ettiği “terör noktalarına karşı” Sindoor Harekâtını[1] başlattığını duyurarak gece 01:00’da savaş uçakları Azad Keşmir ve Pencap eyaletinine bağlı muhtelif şehirlere hava saldırısı düzenlemiştir.

Hindistan’ın saldırıları sonrasında Pakistan karşılık vererek Hindistan’a ait olan 3 savaş uçağı ve iki insansız hava aracını düşürmüştür. Pakistan ordu sözcüsü General Ahmed Şerif Çaudri uçakların düşürüldüğünü yaptığı basın açıklamasında teyit etmiş; Hindistan ise Pakistan’ın uçak düşürme hamlesini teyit edici bir yanıtı henüz vermemiştir. Diğer yandan Hindistan saldırılarında en az 26 Pakistan vatandaşı ölmüş ve 46 kişi yaralanmıştır. Çaudri’nin sürece ilişkin açıklamasının devamında Hindistan füzelerinin Pencap’ta dört, Azad Keşmir’de ise iki yeri hedef aldığını açıklamıştır. En büyük saldırı, Pencap’taki Bahavalpur şehrinin yakınlarındaki Ahmedpur Sharqia’da gerçekleşmiş, bu bölgede üç yaşında bir kız çocuğu da dâhil olmak üzere beş kişi ölmüş ve cami bombalanmıştır. Pencap eyaletine bağlı bölgelerdeki diğer saldırılar, Sialkot şehrine yakın Muridke köyü ve Shakar Garh’da gerçekleşmiştir. Bu bölgelerdeki ölü ve yaralı durumuna ilişkin henüz veri bulunmamaktadır.

Azad Keşmir’in Muzaffarabad ve Kotli bölgelerine de saldırı düzenlenmiş ve iki cami yıkılmıştır. Saldırılarda ölenler arasında 16 yaşında bir kız ve 18 yaşında bir erkek çocuğunun da olduğu açıklanmıştır. Pencap eyaletinde olağanüstü hal ilan edilmiş, hastaneler ve güvenlik güçleri yüksek alarma geçmiş, okullar Çarşamba günü tatil edilmiş, hava sahaları sivil uçak uçuşlarına kapatılmıştır. Diğer yandan bu sabah Lahor ve Karaçi hava sahalarında 48 saat süreyle alınan uçuş yasağı kararı kaldırılmış ve yeniden uçuşlara açılmıştır. Hindistan tarafında ise en 8 kişinin öldüğü açıklanmıştır.

Nükleer güce sahip olan iki ülkenin savaşın eşiğine gelmesi, dikkatleri yeniden Güneyasya’ya yöneltmiştir. İki nükleer silahlı ülke arasındaki son çatışma dalgası, Hindistan yönetimindeki Keşmir’in Pahalgam bölgesindeki Baisaran vadisinde gerçekleşen saldırının ardından gelmiştir. Silahlı kişiler, kadınları gruptan ayırdıktan sonra 26 erkeği öldürmüştür.

Hindistan, yıllardır Pakistan’ı, kontrolündeki Keşmir parçasında sorun çıkarmakla suçladığı silahlı grupları desteklemek, silahlandırmak ve eğitmekle suçlamaktadır. Pakistan ise Keşmir’in direnişçi hareketine yalnızca manevi ve diplomatik destek sağladığında ifade ederek Hindistan’ın suçlamalarını reddetmektedir. Nitekim Hindistan, geçen ay gerçekleşen saldırının ardından arkasında, Direniş Cephesi (TRF) adıyla bilinen bir grubun olduğunu öne sürmüş ve bu gruba güvenliği sığınağın Pakistan tarafından sağlandığını iddia etmiştir.

Pakistan ise eyleme karşı bir kınama yayınlamış, olaya karıştığına dair suçlamalara şiddetle  karşı çıkarak sürecin aydınlatılması için “şeffaf, güvenilir, tarafsız” bir soruşturma talep etmiştir. Amcak Hindistan Pakistan’ın bu denli kendinden emin taleplerine ve açıklamasına rağmen süreci doğru yönde aydınlatacak taleplere karşılık vermemiş ve bu süreci adeta iç politika malzemesi olarak kullanmaya kalkışmıştır; nitekim Hindistan’ın milliyetçi lideri Narendra Modi döneminde daha önce 2016 ve 2019 yıllarında benzer gerginlik içeren süreçler yaşanmış ancak bu defa gerginlik üst seviyeye yükselmiş ve tarafların birbirini test ettiği nispi çatışma boyutuna evrilmiştir.

Sonuç olarak çatışmalarda şimdilik bir durgunluk söz konusudur ve Hindistan hükümetinin “Eylemlerimiz odaklanmış, ölçülü ve saldırıları tırmandırmama niyetlidir. Hiçbir Pakistan askeri tesisi hedef alınmamış; sadece terör noktaları hedeflenmiştir” açıklaması, çatışmanın ve gerilimin kısa süreli olduğunu göstermektedir. Pakistan ise Hindistan’ın bu saldırılarına karşı sadece savunma hakkını kullanmış ve sorunun çözümü için uluslararası düzlemde çaba gösterme gayretindedir. ABD Başkanı Donald Trump’ın saldırıları “utanç verici” olarak ifade etmesi de gerginliğin kısa süreli olduğunun diğer önemli göstergesidir. Ancak kısa süren bu gerginliğin Hindistan’ın ultra milliyetçi ve radikal tutumları daha gergin ve geniş çaplı saldırı beklentisinin devamlılığına neden olmaktadır.

[1] Sindoor: Hindu kadınların alınlarına sürdüğü renkli boya. Harekatın ismi Pahalgam saldırısında kadınların kenara ayrılıp erkeklerin öldürülmesine, Hindu kadınların dul bırakılmasına atfen Sindoor konulmuştur.

Alıntı…

Uncategorized kategorisine gönderildi | Yorum yapın

Suriye’de Son Durum: Gözlemlerimiz ve İzlenimlerimiz

Şam – Emevi Camii

16-20 Ocak tarihleri arasında bir heyet olarak Suriye’deki son durumu gözlemlemek amacıyla bölgede bulunduk. Bu süreçte, bir yanda kan, gözyaşı ve yıkım; diğer yanda umut, teslimiyet ve vakar arasında şekillenen bir tabloyu bizzat deneyimledik. Cilvegözü sınır kapısından çıkarken, göç eden ya da yaşadıkları bölgelerin halini görmek üzere dönen Suriyelilerle karşılaştık.

İlk durağımız İdlip oldu. Savaş öncesinde yaklaşık 600 bin olan nüfus, yoğun bombardıman ve çatışmalar nedeniyle 5 milyonu aşmış durumda. Daha önce de İdlib’i ziyaret etmiştim; bu kez çok sayıda gözle görülür farklılıkla karşılaştım. Yaklaşık 5 yıldır bölgeyi yöneten İdlib Devleti, devlet mekanizmalarını kurmuş ve ticareti işler hale getirmiş. Türk Lirası’nın resmi para birimi olarak kullanılması, ilk ziyaretimde dikkatimi çeken detaylardan biriydi; bu kez de aynı durumu gözlemledim. Ticaretin neredeyse tamamının Türkiye ile yapılması, bölgede her köşede Türk ürünlerinin görülmesine neden oluyor.

Çadır kentleri ziyaret ederek yaşam koşullarını yakından inceleme fırsatı bulduk. İdlib’in girişinde, sınırımıza birkaç kilometre uzaklıkta bulunan Bab-ül Hava bölgesindeki İHH İnsani Yardım Vakfı’na ait lojistik depolarını ve fırınları ziyaret ettik. Ayrıca, İHH ve Aid Uluslararası Doktorlar Derneği iş birliğiyle kurulan Göz Sağlığı ve Protez Hastanesi’ni görme şansı yakaladık. Burada, modern koşullara uygun şekilde hizmet verilen ve 3D yazıcılarla protez üretimi yapılan çalışmaları inceledik. Bu hastanenin, savaşta gerçekleşen bombalamalar ve operasyonlar sonucu kalıcı olarak sakat kalan yaklaşık 2 milyon insan için hayati bir öneme sahip olduğunu öğrendik.

Çadır kamplarda yardım dağıtımları ve gözlemlerden sonra Halep’e doğru yola çıktık. Yol boyunca uluslararası otoritelerin onayladığı güvenli bölgelerde konuşlanmış ve sayıları 140’ı bulan Türk askerinin görev yaptığı karakollarla karşılaştık. Halep merkezine vardığımızda ise adeta bir korku filmini andıran bir manzara karşımıza çıktı. Bazı mahallelere, PKK/YPG terör örgütünün keskin nişancıları nedeniyle giriş yapmamıza izin verilmedi. Şehirde taş üstünde taş kalmamış, camiler, hastaneler, okullar ve konutlar tamamen bombalanmıştı. Halep’in köylerinde ve en ücra yerlerinde bile sağlam bir bina görmek neredeyse imkânsızdı.

Halep Kalesi’nde İran milislerinin çıkarken tahribat yaptığı ve her yere mayın döşediğinden, güvenlik önlemleri kapsamında giriş-çıkış yasaklanmıştı. 8. yüzyılda yapılan ve dünya mirası listesinde yer alan Halep Ulu Camii’nin minaresinin yıkıldığını, içinin tahribata uğradığını gördük. Rejim devrilmeden önce, İran askerlerinin camiyi askeri karargâh olarak kullandığı ve bu durumun yöre halkını derinden yaraladığı bilgisine ulaştık.

Tarihi Medine Çarşısı’nda ise daha da vahim bir tablo vardı. 14. yüzyılda inşa edilen, 13 kilometre uzunluğuyla dünyanın en büyük kapalı çarşılarından biri olan ve 1986’da UNESCO Dünya Mirası Listesi’ne alınan yapı, çatışma ve bombardımanlar nedeniyle %80 oranında yıkılmıştı.

Hama’da da durum farklı değildi; neredeyse hiçbir yapı ayakta kalmamıştı. 1925, 1964, 1981, 1982, 2012 ve 2023 yıllarında katliamlara sahne olan bu kentin acıları, her köşesinde hissediliyordu.

Son durağımız Şam’dı. İlk izlenimimiz, 5 yıllık İdlib Devleti’nin, 60 yıllık Esed rejiminden yapılaşma, kurumların işleyişi ve düzen açısından çok daha ileri bir seviyede olduğuydu. Şam’da dahi enkazlar her yerdeydi. Şehir merkezinin küçük bir bölümü hariç, diğer kısımlar tamamen yıkılmış ve hayalet bir şehre dönüşmüştü.

Ziyaret sırasında edindiğimiz bilgilere göre, Emevi Meydanı ve İstihbarat binası önünde yeni yer altı hapishaneleri keşfedilmiş ve arama çalışmaları devam ediyordu. Şehirde yalnızca günde bir saat elektrik verilebiliyor. Ancak yeni hükümet, bu süreyi iki saate çıkarmış ve süreyi uzatacak çalışmalar başlatmış; hedeflerini önce 8 saate, ardından da 24 saate çıkarmak olarak belirlemişti.

Şam’da ilerlerken, yapıların büyük çoğunluğunun Osmanlı döneminden kaldığını ve son yüzyılda neredeyse hiçbir yenileme ve imar yapılmadığını gördük.

Ziyaretimiz boyunca Suriyelilerin kanaatkârlığını ve Türklere duydukları minneti her adımda hissettik. Türkiye’den geldiğimizi anlayan Suriyeliler, bizi durdurup ülkemiz ve milletimiz için dua ediyor, teşekkürlerini iletiyordu.

Genel olarak, Suriye’nin birçok şehrini ve bölgesini ziyaret ettik. Rejim destekçisi Nusayri mahalleleri haricinde, ayakta kalan neredeyse tek bir ev dahi olmadığını gördük. Bu süreçte, yeni devletin hızlıca terör örgütlerini son kalan bölgelerden çıkardıktan sonra, petrol gelirleriyle barınma başta olmak üzere zaruri yatırımları başlatması gerektiği açıkça ortaya çıkıyor.

Türkiye başta olmak üzere bölge ülkelerinin, Suriye’deki kaosun hafiflemesi için siyasi, askerî ve ticari anlamda destek vererek ülkenin yeniden inşasına katkıda bulunması büyük önem taşıyor. 

İdlip – Çadır Kentler

Şam

Şam – Merkez

İHH – AID Protez ve Göz Sağlığı Merkezi

Halep Kalesi

Halep – Tarihi Medine Çarşısı (14.yy)

Hama Sokakları

Hicaz Demiryolu – Şam İstasyonu

Uncategorized kategorisine gönderildi | Yorum yapın